Sanki gizli bir el var, giysilerin üzerini, özellikle göğüs bölgesini yazılarla donatıyor. Kışlık giysilerde de var ama üzerine kalın paltolar, mantolar giyilince o kadar dikkat çekmiyor. Yazın o paltolar, mantolar kaldırılınca alttan neler neler çıkmakta. Birkaç yıl öncesine kadar hiç Türkçe yoktu içlerinde. Anımsıyorum ilk torunum doğacağı zaman, anneanne olarak bebek giysilerine bakmıştım. Üzerinde Türkçe bir laf, bir söz, tek sözcük bulunan hiçbir bebek giysisi bulamadığım gibi, herhangi bir bebek eşyası da bulamamıştım. Türkiye’den ABD’ye İngilizce yazılı bebek eşyaları götürmek utanç verici gelmişti bana. O zaman Cumhuriyet Kitap ekinde yazıyordum. Oradan duyurdum duygularımı. Bir tek yerden ses geldi. ‘‘Biz öyle yapmıyoruz. Bizim bebek ve çocuk giysilerimizin üzerinde tek İngilizce sözcük bulunmaz’’ diye. Bir tek yer… Bebeklikten başlıyoruz, sonra bitiyor mu? Yok, artarak geliyor İngilizce, dalga dalga, boyumuzu aşıncaya, tepemize çıkıncaya kadar.
Bebeklikten çocukluğa geçilince İngilizce kuşatması giysi sınırını aşıyor, çocuklarımızı dört bir yandan kuşatıyor. Ellerine verdiğimiz defterler, kalemler, çantalar, kalem kutuları, tümünde çocuğun anlamadığı (Büyüklerin de çoğunlukla anlamadığı, zaten anlaşılsın diye yazılmamış) İngilizce sözler, sözcükler…
Özenle sakladığım (şimdilerde herkesin ‘poşet’ dediği) iki naylon torba var önümde. Türünün nadir örneklerinden… Bir de onların içinde ne aldığımı anımsayabilsem ya da bana nasıl geldiklerini… Çünkü üstlerindeki yazılardan bir şey anlamak söz konusu değil. Büyükçe olanın üzerinde bir kent görüntüsü var ve artistik bir My SWEET TOWN yazısı… Mimariden, insanlardan, modern sarı tramvaydan anlıyoruz ki bu kent bizimkilerden biri değil. Belki bir Fransız ya da Alman kenti. ’Öyleyse nereden ‘Benim tatlı kentim’ oluyor acaba? Küçük torba çok daha şirin. Nereye ait olduğu ile ilgili tahmin yürütmeye gerek yok. Görüntüyü tümden kaplayan sarı taksinin plakasında yazıyor, New Yorkluymuş. Fonda da New York’un gökdelenlerini görüyoruz zaten. Yazı ne diyor? ‘If you hate waiting raise your hand (Beklemekten nefret ediyorsan elini kaldır). New York’tayız ya! Taksi çağırmak için yapmamız gereken ne? Elimizi kaldırmak. Taksi hemen duruverecek yanı başımızda. Hani Amerikan filmlerindeki gibi. Acaba Amerika’dan mı getirdim bu torbaları diye düşünmediğimi mi sanıyorsunuz? Ah, keşke! Ama altlarında, pek görünmeyen bir yerde ‘Takviyeli poşet’, ‘Doğada çözünür’ gibi Türkçe yazılar olmasa severek inanırdım bu yalana.
Dönelim tişörtlere… Son yıllarda değişik yazı karakterleriyle yazılmış bir iki ‘İstanbul’ yazısı görmüşlüğüm var. Mizah dergilerinin çoğalttığı esprili birkaç yazıya da rastladım. Bunların dışında ezici çoğunluk hâlâ İngilizce. Neler neler var o İngilizce yazılar arasında. Bakmak, okumak, anlamaya çalışmak, sinirleriniz sağlamsa eğlenceli olabilir. Değilse? Değilse bana ettiklerini eder size de.
Karşıdan pantolonu boya lekeleriyle dolu, üstü başı perişan biri geliyor. Saygı duyulası bir işçi, bir boyacı, badanacı. Üstünde çok yıkanmaktan rengi atmış, sağı solu sarkmış bir tişört. Göğsünde JACK&JOHN yazıyor. Bu nedir şimdi? Kim bu Jack ile John? Tanır mı bu işçi kardeşimiz Jack ile John’u? Akşamları bara uğrayıp bir iki kadeh parlattığı arkadaşları mıdır bunlar, sevdiği insanlar mıdır? Bu adda arkadaşları olmuş mudur, olmasını mı istemektedir? Neden istesin? Hoş, olsa ne olacak? Niye adlarını göğsünde taşısın? İşte tipik bir yabancılaşma örneği! Kişinin kendisini, ait olmadığı bir topluma yamamaya çalıştığının farkında olup olmaması yabancılaşma gerçeğini değiştirmez ne yazık ki…
Başka bir göğüste Kids & Teens yazıyor. Kendisini çocuklara ve gençlere adamış bir kişi karşısında mıyız? Hayır, ülkemizde çocuklara iyi davranılmaz. Çok küçük bir kitle var ki çocuğu insan yerine koymaya çalışırken ölçüyü kaçırıp aileyi yöneten tek birey durumuna getirir, herkesi çocuğun emrine sokar. Dikkate alınmayacak kadar küçük bu kitlenin dışında çocuğa iyi davranmayı ‘yüz vermek’ sanan, çocuğun en masum isteklerini yerine getirmenin onu şımartmak olacağını düşünen aileler var, hatta bunlar çoğunluğu oluşturmakta. Yüz vermemek, şımartmamak için de köpek muamelesi yaparlar çocuklarına. Her fırsatta sustururlar, saatlerce ağlatırlar, azarlar, itip kakarlar, döverler.
Bunlara müdahale olanağımız ne yazık ki yok; biz tişört yazılarını okumayı sürdürelim.
Kimi lokallerin kapısında gördüğümüz, yalnızca üyelere açık olduğunu bildiren Members Only adamın birinin göğsünde yazıyorsa bu ne demek olur? Peki göğsünde ZOMBIE yazan, büyük bir cesaretle zombi olduğunu mu duyuruyor? Kendisini bizim buraların değil, Rock City’nin şoförü (Rock City Driver) ilan eden de var; bizi çok ilgilendiriyormuş gibi, sabahları sevmediğini itiraf eden de (I’m not a MORNING person).
Üstüne Listen / Smile / Agree yazılı bir tişört giymiş olan kişi, sağa sola niye, ‘Dinle / Gülümse / Anlaş’ diye buyruklar yağdırır? ‘Şimdi yap’ (Do it now) diyen ne yapmamızı istemektedir? ‘Beni cennete geri götür’ (Take Me Back To Paradise) diyen, isteğinin olanaksızlığının farkında mıdır acaba?
I eat glitter for dinner diyen çok uğraştırdı beni. Akşam yemeğinde ne nane (!) yediğini çözemeyince sözlüğe baktım. ‘Glitter’ın parlamak, parıltı demek olduğu yazıyor orada. Yemek söz konusu… Bu olmaz. Oğluma danıştım; sözlükte benim bulduğum anlamı söyledi. Akşam yemeğinde parıltı mı yemiş yani bu sözü söyleyen zat? ABD’den kızım yetişti. Kimi kalemlerin içindeki sim benzeri parıltıya da glitter denirmiş. İyi ama bu da yemek için pek uygun değil. Ailece uğraştık ve sonunda ‘Bir elim yağda bir elim balda’ anlamında bir deyim olduğuna karar verdik. Bakındı (Anneannem öyle derdi!) şu tişört yazarına! Şımarık bir çocuğun ağzından mı konuşmuş?
Yalnız deyimler değil çok parlak özdeyişler de var tişörtlerde. ‘Sen gerçekleştirmeye karar verinceye kadar bir düş, sadece düştür’ (A dream is just a dream / Until you decide to make it real) nasıl mesela? Ya şu? Always belive in yourself even in the darknest moment (En karanlık anda bile daima kendine inan). Burada olmamızın nedenini aşka bağlayan da (Love is why we are here), bütün hayallerimizin gerçekleşmesi durumunu sorgulayan da (What if all your dreams come true) parlak laflar etmişler aslında. Keşke Türkçe söyleselerdi de hepimiz aydınlansaydık.
‘‘Ne sinir bozucu kadınsın! Ne olmuş yani? Varsın olsun! Çok mu önemli? Ne sakıncası var?’’ diyor musunuz? ‘‘Bu kadar da milliyetçi olmaya gerek yok’’ mu diyorsunuz yoksa? Hemen söyleyeyim: Benimki milliyetçilik değil, varlığını, kendisi olarak, kendisi kalarak koruma isteği sadece. Çevremizin anlamadığımız bunca şeyle dolu olmasını yadırgamak gerektiğini düşünüyorum. Neden yadırganmadığını merak ediyorum. Ama beni asıl endişelendiren, anlamak için çaba göstermekten vazgeçmiş oluşumuz. Büyükler umurumda değil, çocuklar için korkuyorum. Tişört yazıları da dahil, çevremizde gördüğümüz, duyduğumuz birçok şeyi anlamıyoruz ve anlamamayı doğal karşılıyoruz. Bunu yaşam alışkanlığı haline getirmişiz. Çocuklar da bizim yüzümüzden bu alışkanlığı kısa sürede kazanıyorlar. Zamanla ne oluyor? Okudukları metni anlamamayı bile doğal karşılamaya başlıyorlar. Anadilinde yazılmış bir metni anlayamayan kuşaklar yetiştiren bir toplum kendi yarınına nasıl güvenle bakabilir? Her söylenene inanan, sorgulamayan, irdelemeyen bir genç nüfus yetiştirdiğiyle böbürlenen bir toplum için o genç nüfus kontrol altına alınması olanaksız, çünkü dinlemeyen, çünkü anlamayan insanlardan oluşan, nerede patlayacağı belli olmayan bomba gibidir. Sizin kontrolünüz altında kaldığı sürece sorun görmeyebilirsiniz ama kontrolü eline geçiren başka bir güç o bombayı dilediği yerde patlatabilir.
Tişört yazılarından mı geldik buralara? Evet, oradan geldik. Sırtına geçirdiği giysinin üstünde ne yazdığını merak etmeyen, kütle çekim dalgalarını mı merak eder, yapay zekâyı mı, kuantum uydusunu mu, füzyon reaktörünü mü? ‘‘Ben neden üzerinde böyle bir yazı bulunan tişörtle dolaşıyorum?’’ demeyen, anlamamaya alışmış, anlamak için çaba göstermeyi gereksiz sayan, neyi irdeler, neyi sorgular acaba?