‘Kırk yıllık hafızamda yaşlanmayan tek şeydi, o ıssız, yağmurlu sonbahar günü. Dışarıdaki kasvetli havaya inat doğmuştun sanki evimize sıcaklık getirmek için. İnadın yüzünden, bir iki ay erken doğmuştun; annenin sancısı tuttuğunda ne yapacağımı bilememiştim. Annenin çığlıkları ardından duyduğum o bebek sesiyse, kulaklarımın işitmeyi en sevdiği sesti. Zaten hastane kuralları yüzünden almamışlardı beni doğum sırasında içeri, dayanamadım bende, daldım doğumhaneye. Gözlerimin görmek istediği o güzel manzarayı bozan bir tek renk vardı; kırmızı. Bu, ne bir aşkın, ne tutkunun, ne şehvetin rengiydi. Bu, kanın rengiydi. O an yaşadığım çaresizlik, acıyla karışık bir yumru şeklinde oturmuştu boğazıma. Bir hüznün içinde boğulmuştum sanki. Yıllarımı adadığım eşim, kanlar içinde uzanıyordu sedyede. Kararlı ellerin tuttuğu omuzlarım, “Beyefendi, lütfen dışarı çıkın!” sesinin altında eziliyordu. Ne kadar diretsem de kendimi bulduğum yer, doğumhanenin önü olmuştu. Beni dışarı çıkaran doktorun koşturarak geri gidişi ve ardından kapanan kapı, bir dehşetle hücrelerime işlerken, o ana kadar yapmam gereken şeyi yaptım, ağladım. Hıçkırarak, ölerek, biterek ağladım. Yavrumun doğumunun sevinciyle eşimin o manzarasının acısı birbirine karışarak ağladım. Çöktüm kapının dibine, gördüklerimi sindirmeye çalışarak ağladım. Gözümden düşen her bir damla yaş, kendini bir uçurumdan bırakıyormuşçasına çaresizdi.
Geçmek bilmeyen saniyeleri tüketirken o çaresizlikle, bir hemşire çıktı o kapının ardından. Gözlerinde, aynı benim gözlerimdeki gibi buğulu, incinmiş bir manzara; biraz acıma ve çaresizlik duygusuyla birleşmiş, az sonra söyleyeceklerini toparlamaya çalışıyor gibiydi.
“Bir kızınız oldu.” İçi, ancak bu cümleyi söylemeye el vermişti. En olumlu cümleyi söyleyebilmişti sadece, gerisine yüreği el vermiyordu.
“Birazdan doktor bey gelir, geçmiş olsun.” Üstünden kalktığını sandığı yük, benim omuzlarımdaydı şimdi. Bir kızım olmuştu. İnatçı, tez canlı bir kızım. Yüreğim sıkışıyormuşçasına aldığım düzensiz soluklar, içeriden bir doktorun çıkmasıyla yok oldu ve artık duymam gerekenleri sordum.
“Doktor, eşim, kızım nasıl! Neler oluyor?” Son raddeye ulaşan çaresizliğim, kafamdaki soru işaretlerinden nasibini almak için direnirken, doktorun gözlerinde de gördüm, o içler acısı ifadeyi. Ağzındaki maskeyi sökerken, “Kızınızın erken doğması sebebiyle bazı organları tam olarak gelişmemiş; öncelikle de kalbi. Onu bir süre kuvözde tutacağız, ama kalp bulunmazsa, yaşamını kaybedebilir.” dedi, umutsuzlukla. Elim, gittikçe daralan kalbimin üzerine giderken, “Peki ya eşim?” dedim, boğuk bir ses tonuyla. Çıkardığı maskesini tutan eli, omzuma ulaştı ve geçmişin nikbinliğini taşıyan bir edayla omzumu sıktı. “Başınız sağ olsun.”
Hayatımın en acımasız diyaloğunu gerçekleştirmiş olmanın verdiği yoğun hisleri taşıyamayan kalbim, dayanamadığını belli eden sıkışmalarla tükeniyordu sanki. Bir baba için, daha az önce baba olmuş bir adam için, bu konuşmadan berbat ne olabilirdi ki? Artık tükenen kalbim, yoğun bir acıyla bedenimi esir aldı ve yere çöktüm. Bilincim pek yerinde değildi, daralıyor gibi hissediyordum. Başucumdaki doktor, birkaç hemşireden yardım isteyip beni hasta odasına götürdü ve koca bir sakinleştirici, damarlarımdan kanıma karıştı. Hafif iniltiler çıkararak sakinleşmeye başlasam da zihnim ve bedenim, yaşadıklarımın şokundan hala çıkamamış, düşüncelerimin hâkimiyetine girmişti. Ağır uykunun bastığı gözlerimin kapanmadan önce gördüğü son şey ise dışarıdaki ıssız, yağmurlu sonbahar günü olmuştu.’
“Baba! Hadi ama arkadaşlarım geldi.”
Beklemekten usanmış bir tona sahip olan ses, kapının eşiğinde duran ve koca gözlerini bana diken kızımdan gelmişti. Elimdeki kalemi sayfanın arasına sıkıştırıp defterimi kapattım ve ayağa kalktım. Kapıya doğru ilerlerken masamın yanındaki boy aynasına da bir göz atıp gömleğimi düzelttim.
“Hadi o zaman, sen içeri git. Ben de pastanı getireyim!” Heyecanlı gözleri, dudaklarıma bir tebessüm armağan etti ve onaylarcasına başını salladı. O içeri giderken ben de mutfağa doğru yöneldim ve üstünde ‘İyi ki doğdun meleğim.’ yazan, sekiz mumlu pastayı ellerim arasına aldım. İçeriden tutturulan, ‘İyi ki doğdun Melek!’ ritmine eşlik ederek pastayı getirdim ve masaya koydum. Mumlar üflenmeyi beklerken, “Dilek dilemeyi unutma.” diye fısıldadım kızımın kulağına. Kalbini tutarak bir şeyler mırıldandı ve pastasını üfledi. Coşkulu alkışların ardından hediyeler geldi ve hepsi teker teker açıldı. Sıra benim hediyeme geldiğinde, “İyi ki varsın meleğim.” diyerek elimdeki paketi ona uzattım. Minnet ve utangaçlık dolu gözleriyle bana bir bakış attı ve paketi açtı. İçinde bir çerçeve vardı. İki tane kalbi bulunan bir çerçeve. Bir kalpte eşim ve benim resmim, diğer kalpteyse kızımın resmi vardı. Eliyle çerçeveye dokunurken onun kalbinin yanına iliştirdiğim notu gördü ve okumaya başladı.
“Sana anneni geri getiremem meleğim, bunun için üzgünüm. Ama sana, annenin de içinde olduğu tam bir aile resmimizi hediye edebilirim. Doğum günün kutlu olsun, küçük kızım.”
Dolan gözlerini bana doğrultarak, “Seni seviyorum baba.” dedi ve bana sarıldı. Gözyaşlarını sildim ve “Mutlu günlerde ağlanmaz.” dedim gülerek. Yemek servislerini yaptıktan sonra oynamaları için onları yalnız bıraktım ve odama döndüm. Sayfanın arasındaki kalemimi elime alarak, son cümlelerimi doldurdum.
‘Hani söyledim ya, kırk yıllık hafızamda yaşlanmayan tek şey, diye. O ıssız ve yağmurlu sonbahar günü, tüm duyguları bir arada yaşadığım bir gündü. Kaybettiğim eşim, kaybetmenin eşiğindeki kızım… Hayat dostumun verdiği can, doğan kızımızın verebileceği canın yerini doldurdu ve eşimi benden alan o sonbahar günü, kızımın hayatını bana geri verdi.’