MENÜ ☰
Çocuk ve Genç » Hikaye, Manşet, Yazarlar » SESSİZ HİKÂYE
Mehmet Akpınar
SESSİZ HİKÂYE

Gece boyunca kiremitlerin arasından ıslık çalacak kadar sert esen rüzgârın oluşturduğu tipi rüzgarın gece boyunca sağdan soldan esişiyle belirli yerlerde küçük tepecikler oluşturmuştu. Mutfağın penceresinden bakınca görülen düzlükteki ağaçların, yıkık duvarların diplerinde yüksek kar birikintileri vardı. Karların üzerinde kedi ve köpeklerin ayak izleri görülüyordu. Hemen evin önünde duran çam ağaçları yeşil yapraklarının üzerinde tutunan karlarla birlikte “yoğurtlu ıspanak” görüntüsündeydi.

Çam ağacının altında soğuktan tüyleri kabarmış serçeler yiyecek bir şeyler arıyorlardı.

Fatma Hanım kuşları görünce zavallılar açlıktan ölecekler diye düşündü. Hemen birkaç parça bayat ekmeği eline aldı. Birden sanki elektrik çarpmış gibi irkildi, ekmekler… erkekler… ekmekler… Ekmek ve erkek kelimeleri zihninde birbirini çağrıştırıyordu. Bu çağrışım ruhundaki travmayı, travmanın acısını tekrar duymasına neden oldu. Tekrar deyişime aldanmayın. Sanki unutmuş da tekrar hatırlıyor sanmayın. Hiç unutmamıştı. Her dakika travmayı yaşıyordu. Kocası, yok ekmeği bayatlattın, yok yemeğin tuzunu az koydun gibi sudan bahanelerle dövüyordu. Allah’ın belası adam yeter ki dövmek istesin. Onun için bahane bulmak o kadar basit bir işti ki. Vurduğu yerlerin sızısı, morluğu günlerce geçmiyordu, yaraları iyileşene kadar utancından insanların içine çıkamazdı. Ya yüreğindeki yaralar…

Elindeki ekmeklerle balkona çıktı. Sakin sakin yağan kar tanelerinden birkaç tanesi yüzüne geldi. Soğuk havayı ciğerlerine çekti, iyi gelmişti; deminki hafakanları bir an aklından sıyrıldı gitti. Serçecikler oradan oraya uçuşuyordu. Ekmekleri ufalayıp balkonda bu iş için ayırdığı tabağa döktü. Diğer ekmek parçasını da avucunun içinde ovuşturdu, çam ağaçlarının altına doğru savurdu. Bir anda bütün kuşlar ekmek parçalarına doğru uçuştular. Ekmekleri ufalayıp ufalayıp kuşlara doğru atıyordu. Sanki kuşlar ona bir şeyler diyordu. O da kuşlara bir şeyler diyordu. Biliyorsunuz anlaşmak için her zaman sözcük gerekmez. Sözcüksüz anlaşıyorlardı. Diğer kuşlara göre daha çelimsiz minik bir kaç serçe gözüne ilişti. Zavallı serçeler ekmek alabilmek için diğer kuşlardan fırsat bulamıyorlardı. Fatma Hanım zayıf kuşlara doğru bir parça ekmek attı. Çelimsiz minik kuşlar ekmeği tam gagalarıyla alacaklarken başka kuşun gaga darbesiyle vazgeçtiler, oldukları yerde minik, paytak adımlarla sanki bir şey olmamış gibi, sanki ekmekleri – onurları ellerinden alınmamış gibi tur atmaya devam ettiler.

Fatma hanım’ın yüreği cız etti birden. Kendisi de az mı yumruk, tekme yemişti kafasına gözüne. Kör olasıca hiç merhamet etmezdi. Yine böyle bir kurban bayramı günü, Fatma hanım kavurma hazırlamıştı. Sofrayı kurdu çoluk çocuk oturdular. Kaynanası başladı söylenmeye: Ne biçim kavurma bu? Etleri kayış gibi sert, yağı da çok. Sen böyle yağlı şeyler yedirip beni öldürmek mi istiyorsun be gelin? Daha neler söylemişti, fakat ben o sözleri buraya yazmaya utandığım için yazmayacağım.

Anasının iğneli laflarıyla dolduruşa gelen merhametsiz Hasan girişmişti tekme tokat Fatma’ya, sen bir kavurmayı bile neden doğru dürüst yapmıyorsun diye. Çocukları araya giriyordu; yapma baba, vurma baba diye. Yavrucaklar da her seferinde paylarına düşeni alıyordu. Bayram falan dinlemezdi nankör. Hâlbuki ne de çok sevmişti Hasan’ı… Böyle olacağını, her gün döveceğini bilse varır mıydı hiç? Her günü bu adamla evlendiği için pişmanlıkla geçiyordu.

Salondan gelen sesle irkildi “hanım, çay hazır mı?” Zavallı kadın, “eyvah kuşlara ekmek atarken nasıl da daldım yine? Bayram günü ye dayağını da otur yerine ben ne yaparım şimdi?” diyerek telaşlandı.

– Şimdi hazır olur bey, diye cevapladı.

Hızla kahvaltıyı hazırladı. Çoluk çocuk neşe içinde kahvaltılarını yaptılar. Ama onun yüreğinde hep bir korku ve her an dayak yemenin, aşağılanmanın, onursuz bir varlıkmış gibi kendisine muamele edilmesinin kaygısı vardı. Henüz iki ay olmuştu İsmail Beyle evleneli. Daha hiç dövmemişti. “ya bu da dövmeye başlarsa” saplantısı aklından hiç çıkmıyordu.

Fatma, kahvaltısını çabucak yapıp mutfağa geçti. Bayram misafirleri gelir. Pilav, kavurma, baklava servisi için hazırlık yapmalıyım. En iyisi önce şu çayı tazeleyeyim. Sonra da etlerdeki zar gibi ince yağları ayırıp etleri temizlemem gerekiyor. Bununu için de bıçağı jilet gibi yapmalıyım. Etmeliyim, yetiştirmeliyim sözcüklerinin altındaki kaygıyı, çaresizliği fazlaca anlatmaya gerek yok değil mi sevgili okuyucum.

Eski kocam ben bıçak bilerken, bıçakları birbirine sürtünce çıkan sesten rahatsız olurdu… Bana da çok kızardı… Hep soğukta, balkonda yapardım bu işi… Hele bir keresinde elimi kesmiştim. Ben elimin acısıyla, yerlere akan kanla uğraşırken yediğim dayak var ya… Gitmiyordu işte aklından geçmişin travmaları; gitmiyordu. Otomatik olarak hatırlanıyorlardı.

Bu öğretmen kocam bilmem ki ne der? Yavrularım da şimdi sıcak bir yuvada. Nasıl da anlaştılar yeni kardeşleriyle. Hele büyük oğlumdan çok korkuyordum. Nasıl da anlaştı, kaynaştı yeni kardeşleriyle. Bak şimdi de yeni babasıyla, öğretmenle tavla oynuyor.

Ben en iyisi çay götüreyim onlara. Şükür ev sıcak. Daha hiç dayak yemedim, beni dövmedi. Şükürler olsun.

Eskiden evlere temizliğe giderdim. Olsun razıydım. Ama dayak… Bir de o kadınla beni aldatmaz mı? Ah Hasan seni sevmiştim de sana varmıştım.Vay ki vay aklıma. Hele içeridekilere şu taze çayı yetiştireyim. Şimdi misafirler gelir.

Tepsiye özenle çayları koyar Fatma. “ Tavla oynarken kuruyemiş de çayın yanında iyi olur” diye düşünür. Hemen, hızlıca kuruyemişleri de küçük tabaklara yerleştirir.

Hınzır Hasan da oynardı tavlayı. Ama ya kahvede ya da eve getirdiği arkadaşlarıyla, yanında rakısı…

Bu öğretmen benimle hiç oynamadı tavlayı. Hoş ben de bilmem ya.

Fatma beynindeki bir sürü düşünceyle, kalbindeki bir sürü buruklukla, kafasındaki iç konuşmalar ve iç tartışmalarla, elinde çay, kuruyemiş dolu tepsiyle salona geçer.

Sessizce, ürkek bir şekilde oğluna bakar, yeni kocasına bakar.

Ciddi ciddi oynuyorlar. Öğretmen zarları sallıyor, “acımam ha, mars ederim ha…” diyor. Eyvah bu da acımayacak, bu da dövecek oğlanı, ah ne ettim ben…

Kendisinden emin bir şekilde karşısındaki yeni oğluyla tavla oynamakta olan öğretmen İsmail yeni karısına der ki,

– Fatma, teşekkürler. Biz burada oynuyoruz sen bizi besliyorsun. (Eyvah bizi beslediğini başımıza kakmaya başlayacak. Ah ne ettim ben…) Kuzum iki saattir mutfakta ne yapıyorsun. (Eyvah iki saattir bir işi yetiştiremedin diyecek şimdi bana kızacak. Ah ne yaptım ben.) Bana eski karısının hastalanıp öldüğünü söylemişti. Ama ya o da dayaktan bıkıp kaçmışsa…

– Fatma, iyi misin?
– Ne, şey iyiyim
– Ne iş yapıyorsun mutfakta?
– Kurbanın etlerini kesiyorum.
– Ne, biz burada oynarken sen, orda et, yağ… Hiç insafın yok mu senin.
(Fatma’nın büyük oğlu Bahri sadece izliyor annesiyle göz göze geliyor ama kadın bu bakışmayı yorumlayamıyor.) Nasıl kadınsın yahu?

(Ne oldu, ne yanlış yaptım, bu da zaten erkek… hayır ama kızgın da bakmıyor. Eyvah oğluma döndü. Şimdi benim yüzümden ona kızacak.
– Kalk, dedi, öğretmen İsmail. ( Eyvah şimdi kötü bir şey olacak)
– Kalk oğlum, kalk. Seni sonra mars ederim. (Bu mars etmek de ne ki? Şimdi ne yapacak ki sonra mars yapsın, Allah’ım çatlayacağım.)

Öğretmen İsmail ve Bahri mutfağa yöneldiler. (İsmail Bey kibar bir öğretmendi. İlk eşini kanserden kaybetmişti. Öğretmen maaşı karısının pahalı ilaçlar ve tedavi gerektiren hastalığını iyileştirmeye yetmemişti. Senelerce hastanelerde koşturup durdu. Elinden geleni yapmıştı ama… Takdiri ilahi deyip kabul etmekten başka çare yoktu. İki çocuğuyla yapayalnız kalmışlardı. Daha sonra bir arkadaşının yardımıyla Fatma ile tanışıp evlenmişti. Onun da iki çocuğu vardı. Şimdi kalabalık bir aile olmuşlardı. Tekrar eski günlerdeki gibi çocukların yüzü gülüyordu. İsmail öğretmenin hanesi, yüreği şenlenmişti.)

– Kalk oğlum kalk mutfakta iş var. Hadi annene yardım edelim…

Fatma’nın başı döner, bacakları titrer, elindeki tepsi yalpalanır. Şaşkınlık içinde pek bir şey anlamadan mutluluğun sıcaklığı içinde akmaya başlar. Ama hala şaşkındır. Elindeki çay tepsisini ne yapacağını bilemez.

Önde öğretmen İsmail ve Bahri kendisi arkalarından rüyada gibi, adımlarını attığının farkında olmadan, yürüyor mu zaman mı durdu da kendisi farkında değilmiş gibi karmakarışık bir beden ve ruh yapısı içinde halının üstünde yere uzanmış oynayan ufaklıkların varlıklarını fark etmeden, televizyondaki yarışmaların, ya da haberlerin farkında olmadan, dışarıda yağan karın farkında olmadan, kendisinin bile farkında olmadan…

Fatma elindeki tepsiyle mutfağa girer. Kocası öğretmen İsmail bıçakları bilemektedir. Oğlu üzerindeki etlerin yığın halinde durduğu yerdeki tahta sofranın önüne oturmuş, yerdeki sofra bezini de üzerine çekmiş babasına bakmaktadır. Annesiyle yine göz göze gelirler.

– Bizi niye çağırmadın, der öğretmen İsmail biraz kırgın biraz kızgın bir ses tonuyla. Yutkunur Fatma. İçinden bir cevap vermek geçer, yine yutkunur. İçinde kopan fırtınalar başını döndürmektedir. Ah İsmail bey ne bileyim, nereden bileyim bu kadar iyi olduğunu, bu kadar insan olduğunu… demek ister; yutkunur, gözleri…

İsmail,
– Bu kemikleri sen nasıl kıracaksın, dedi. Böyle olmaz dedi. Sen sadece etleri kuşbaşı yap, dedi. Ben yağları, şu zar gibi yenemeyen, yemekte ağzımızda sakız gibi çiğnediğimiz yağları ayıklayayım dedi. Oğlum sen de satırı al şu kocaman kemikleri kır, bakalım, dedi. İsmail Bey belki de daha pek çok şey dedi. Fatma duymuyordu. Mutluluk insanı sağır eder miydi? Yoksa Fatma içinden eski kocasının seslerini duymamak için mi duyu organlarını kapatmıştı, bilinmez.

Fatma sofraya oturdu. “ben, kocam, oğlum aynı sofradayız” diye düşündü. Yutkundu. Boğazı düğümlendi, yutkundu …”

Bir ara oğluyla göz göze geldi. Öz babasının dayaklarından korumuştu beni kahraman oğlum, ama kendisi çok dayak yemişti. Bahri gözleriyle güldü, hafifçe gözlerini kırptı. Bahri hırsla satırı kemiğe vurdu. Bahri kemikleri kırmaya başlamıştı…

Fatma da etleri doğramaya başladı.

Cennetteyim galiba, dedi. Dini bilgisi fazla yoktu. Fakat birden kutsal kitaptan bazı kelimeleri hatırladı, “insandan şeytanlar…” Evet evet bazı insan kılıklı varlıkların gerçekten şeytan olduğunu düşündü. Bazı insan kılıklı varlıkların da gerçekten insan olduğunu…

Öğretmen İsmail kalktı, radyoyu açtı. Bir şarkı geldi radyodan. Mutluluk dolu…

– Hanım hanım, bu işleri bizsiz yapma, yalnız kalırsın hayatta, dedi. Öptü yanağından Fatma’nın ve incecik yağları ayırmaya başladı, etlerden.
Fatma da ayırıyordu yüreğindeki yaraları yenemeyenleri, yutulamayanları, ağzında sakız gibi çiğneyip tükürdüğü anılarını. İnsan olduğunun, onurlu bir varlık olduğunun hissi dolmuştu içine.

📆 14 Mart 2021 Pazar 14:14   ·   💬 0 yorum   ·  
Folklor Akademi Dergisi

YAZARLAR

SÖYLEŞİ

ANKET

Sitemizi nasıl buldunuz?

Sonuçları görüntüle

Yükleniyor ... Yükleniyor ...