Hayatım boyunca gördüğüm en güzel resim…
Tanıdığım en iyi insan…
Ömrümde bu kadar harika bir müzik dinlemedim.
Böylesi kesin konuşmalar hem şaşırtır hem düşündürür beni. İnsan gördüğü bütün resimleri tek tek anımsayıp en güzelinin o anda karşısında bulunan olduğuna nasıl karar verebilir? Belki o “iyi insan”dan çok daha iyilerini tanımış; ama farkına bile varmamıştır. Ömrü boyunca dinlediği müzikleri bir anda anımsayıp içlerinde en harika olanın “bu” olduğuna kim kolay kolay emin olabilir? O ana kadar yaşanan bütün yaşam söz konusuyken bu kadar bağlayıcı hükümler vermek epeyce cesaret gerektirmiyor mu? Doğrusu ben çekinirim böyle kesin yargılı cümleler kurmaktan. Bir de “Hayatımda yapmadım, yapmam”cılar var. Bunlara karşı da şaşkınlıkla karışık hayranlık duyarım. Ben olsam merak ederdim çünkü. O hiç yapmadığım şey, nasıl bir şeydir? Belki çok zevk alacağım bir şeyden “yapmadım, yapmam” inadım yüzünden kendimi mahrum etmekteyim.
İnsanların hayatları boyunca yapmadıkları ve bunun için hiç pişmanlık duymadıkları davranışlarından söz ediyorum. Herkesin tanıdığı böyle kişiler vardır. Sözgelimi benim Ayvalık’taki akrabalarım içinde hayatı boyunca denize girmemiş, ayağını bile sokmamış olanlar var. Çok garip değil mi? Denizin dibinde doğacaksınız, bütün yaşamınız deniz kıyısında geçecek, insanların ta nerelerden kalkıp denize girmek, yüzmek, serinlemek için geldiğini görecek, bileceksiniz; ama siz merak edip bir kez bile girmeyeceksiniz.
Hayatı boyunca hiç yarım kollu gömlek giymemiş bir eniştem var. Kollarında göstermek istemediği bir arıza olduğundan değil; daha doğrusu herhangi bir nedenle değil. Öyle. Nedensiz. Sıcaklar bastığında gömleğinin kollarını sıvayıp pekâlâ yarım kollu gömlek haline getiriyor; ama ona yarım kollu bir gömlek hediye etmeye kalksam hakarete uğramış sayabilir kendini.
Aynı enişte saçına şampuanın damlasını bile değdirmemiş, hep hakiki zeytinyağı sabunuyla yıkamıştır başını. Bu inadının sonucu son derece olumlu ama. Enişte seksenine merdiven dayadı, ağarmasını saymazsak saçları, yirmi beş yaşında bir delikanlının saçlarıyla yarışır; hâlâ fırça gibi.
Birkaç ay önce kaybettiğim üvey annem de yüksek sesle hiç şarkı söylememiş bir insandı. Oysa yemekler daha lezzetli olmaz mı şarkı söylenerek yapıldığında; bütün işler kolaylaşmaz mı? Babamla yeni evlendikleri zaman, bir gün mutfakta “Akasyalar açarken” şarkısını mırıldanıyordu. Keyifli bir an yaşamaktaydı besbelli. Bir yandan yemek yapıyor bir yandan da mırıl mırıl şarkı söylüyordu. Ben mutfağa giriverince öyle utandı, öyle mahcup oldu ki hemen sustu. Şarkı söylerken “yakalanma”nın aramızda bir sır olması gerektiğini anladım. Böyle bir konu açıldığında göz göze bakışıp gülümsedik yalnız; suçmuş gibi, gizli tuttuk şarkı “olayını”.
Neydi onun kendisine şarkı söylemeyi yasaklamasının nedeni? Ne ben sordum ne de o bir açıklama yaptı. Belki “Ayıp!” diye utandırılmıştı çocukluğunda, belki birileri dalga geçmiş, şarkı söylemeye tövbe ettirmişti onu. Kim bilir! Ama bir insanın şarkı söylemeden ölüp gitmesi ne acıklı. Niye insan kendisini böyle bir cezaya layık görür ki? Üstelik yalnız mırıldanmak değil, bağıra bağıra şarkı söylemek varken…