Bodrum’un Cennet Koyu’nda Mandarine Oriental adlı bir otel varmış. Oranın içinde Blue Marlen diye bir plaj açılmış. Buradaki hiçbir garson Türkçe konuşmuyormuş. Herkes çat pat İngilizcesiyle sipariş vermeye çalışıyormuş. Bu bilgiyi aktaran Rahşan Gülşan, “Dünyanın en pahalı mekânlarından birine git ve kendi dilinde sipariş bile vereme. Valla bu insanlara bu kadar kazık galiba müstahak” dedikten sonra, “Bari kışın İngilizce kursuna gidin de kazığı en azından doğru telaffuzla yiyin,” diye bir sonuca bağlamış yazısını. (Şık, 8 Ağustos,2016)
Can you speak Turkish hemşerim?” başlığını görünce ilgimi çekmişti yazı ama “hemşerim”in, Türkçe konuşamadığı için değil, İngilizce konuşamadığı için suçlandığını okuyunca düş kırıklığına uğradım. Ne büyük haksızlık! Hemşerimin ne kabahati var? Burada İngilizce konuşulacak, demişler o da kendisine bir türlü öğretilemeyen İngilizcesini konuşturmaya, onunla konuşmaya çalışmış. Suçlamanın yönü, o “hemşeri” yerine otel yönetimine çevrilmeli değil miydi? Otelden söz edilirken “Cennet Koyu’nu mahveden” diye bir söz de geçiyor yazıda. Demek doğaya da zarar vermiş bu otel. Sen hem gidip cennete benzetilerek adlandırılmış bir koyu mahveden bir otel açacaksın hem de plajında ülkenin dilini konuşturmayacaksın. Bunu Côte d’Azur’de, Nice’te yapsaydı seyirci kalır mıydı Fransızlar ya da Fransız gazeteciler bir türlü İngilizce öğrenemeyen Fransızları mı suçlarlardı?
Türklerin bu İngilizce merakı nedir? İngilizce bilmeyeni plaja yaklaştırmayacağız, denize sokmayacağız, dükkânlara, mağazalara girmesine izin vermeyeceğiz yakında. Plaj deyip duruyorum ama kalmadı ki onlardan artık. Türkçe ad taşıyan dükkân kalmadığı gibi, plajların tümü de “beach” oldu.
Nasıl bir girdabın içine girdik? Ne alsanız, nereye elinizi uzatsanız İngilizce var. Neden? Ben gerçekten anlamıyorum. Paşabahçe ürettiği saklama kaplarına niçin Shef’s diye bir marka uydurur? Havlu imalatçısı, niye Wellmop adı altında pazarlar ürününü? Ürettiği malın üstüne “New” damgasını vuran “yeni” demeye nasıl olur da gerek duymaz?
Çıkarın üzerinizdeki tişörtü, gömleği, elbiseyi, ensesindeki etikete bakın. Yüzde bin beş yüz eminim, İngilizce bir lafla karşılaşacaksınız orada. Benimkinde “Dennis” yazıyor örneğin. Altında da “Out Wear”. Yanılıp da içeride giymeyelim diye uyarıyor; dışarlık giysiymiş! Yıkayıp katladığım tişörtün ensesindeki etiket “Brooks”. “Style”ı da unutulmamış. ABD’den almadım ben bunları. Hepsi Ayvalık pazarından… Temizleyicinin giysimi koyduğu naylon torbanın üzerinde TOON yazıyor. Şurada, pazardan gelmiş başka bir torba; hani “poşet” dedikleriniz var ya, onlardan. İçinde ne vardı, anımsamıyorum ama üzerinde New York plakalı bir taksi resmi ve “If you hate waiting, raise your hand” diye bir yazı var. New York’ta yaşıyoruz ya, beklemekten sıkıldığımızda elimizi kaldırıp bir taksi çağırmamız öneriliyor. Olur canım
Küçücük çocukların eline verdiğiniz defterlerin, kalemin, silginin, suluboyanın, kuru boyanın, bunların kutularının, içine kondukları çantaların üzerinde ne yazdığına bir bakın. Lütfen bakın. Renkli tükenmezler My Color marka, silgi Ruby’dir büyük olasılıkla. Defterlerin üstünde GO Athletics yazıyordur; belki de BASIC notebook. Ya okul çantası? HELLO KITY yazısı varsa kız çocuğunuz bayılacaktır o çantaya. NIKE VAPOR SPEED marka mı şu çanta; yoksa AIMA mı? WE ARE ONE! OXI PLANET mi yazıyor üzerinde? Açıklarsınız artık bunların ne demek olduğunu çocuğunuza!
Ne güzel! Kendinizi Avrupalı gibi mi, Amerikalı gibi mi hissedersiniz bunlarla; orasını bilemem. Beni çocuğunuz düşündürüyor. Üzerinde anlamadığı dilde pek çok yazı bulunan bu nesnelerin hep yabancı malı olduğunu sanmayacak mı? Zaten öyle sanılması için yazmıyor mu üretici firmalar bunları? Markalarını anlayamadıkça bu ürünlerin hiçbirinin kendimiz tarafından üretilmediği yargısına varacaktır çocuğunuz. Hemen değil belki ama yaşı ilerledikçe bu yargı oluşur. Sonra ne mi olur? İçten içe kafasında yer eden bu gündelik kullanımdaki eşyaları bile üretemediğimiz yargısı, durmaksızın yinelenen “Biz zaten millet olarak…” diye başlayan aşağılamalarla birleşince özgüven diye bir duygudan eser kalmaz kendisinde.
“E, ne olmuş özgüven kalmazsa?” Diyor musunuz böyle? Demeyin. Özgüven önemlidir. Kendi gücüne, bilgisine, becerisine, aklına, kısaca kendisine güvenemeyen kişi hiçbir şey başaramaz.
Yahudilerin bütün dünyada, edebiyat, bilim, sanat, ekonomi, müzik, ticaret, tıp, hemen her alanda varlıklarını göstermiş olmalarının temelinde, seçilmiş halk oldukları yolundaki inançlarının verdiği özgüven yok mudur sizce? Albert Einstein’dan Sigmund Freud’a, Karl Marx’tan Harrison Ford’a, Levy Strauss’a, Steven Spielberg’e, Woody Allen’a kadar buluşlar yapmış, yeni teoriler geliştirmiş, bilimsel devrimlere imza atmış, unutulmayan eserler vermiş kişileri araştırmaya kalksanız büyük çoğunluğunun Yahudi olduğunu görürsünüz. Dünya nüfusuna oranla dikkate alınmayacak kadar küçük bir kitle oluşturmalarına karşılık bu kadar büyük ve önemli başarılar kazanmalarının altında yatan nedir? Bir halkın içselleştirdiği özgüven bunca büyük başarının kazanılmasını sağlamışsa o özgüvenin eksikliğinin nelere yol açacağı düşünülmeye değmez mi? Hem toplum olarak hem birey olarak sağlam bir özgüvene sahip olmadan ne başarılabilir? Kemal Atatürk, kendisine güvenmeden koca bir toplumun kaderini değiştirme cesaretine ulaşabilir miydi?
Bunlar böyle deli sorular işte… En çok dilimizde kendini gösteren yabancılaşmanın yol açtığı / açacağı özgüven eksikliği konusunda biraz da sizin düşünmeniz için…