Abdullah’ı, gördüm sokağa çıkar çıkmaz. Takıldım peşine. “Nereye gidiyorsun?” diye sordum. “Camiye kanka, bugün cuma… Bütün vakit namazlarını camide kılacağım, cemaatle namaz kılmak çok sevapmış dedem söyledi.” dedi. Abdestim yok diye endişelenince bana gülümsedi ve “o kolay iş” dedi ve göz kırptı.
Cami, evimize çok yakın olduğu için annemden izin alma ihtiyacı duymadım. “Hem, kötü bir yer değil ki gideceğim yer” dedim kendi kendime. Abdullah, yolda yeni aldığı uzaktan kumandalı arabasından bahsetti. Sonra, “Namazdan sonra birlikte oynayabiliriz” dedi.
İçimden, “Ne iyi bir arkadaş” diye geçirdim, “Ben de babamın bana hediye aldığı oyuncak arabayı getireyim, yarış yapalım.” diye karşılık verdim. Sanıyorum, tam da bu cümleyi kurduğumda cami avlusuna adım atmıştık.
Abdullah, işaret parmağıyla şadırvanı işaret etti ve “İşte, burada abdest alabilirsin, ben de seni şu bankta beklerim” dedi ve şadırvanın hemen çaprazındaki boş bankı gösterdi.
Abdest almak için kollarımı sıvarken, yanıma biri yaklaştı, saçlarımı okşadı. Sonra “Maşallah yavrum” dedi. Konuşmaya başladık:
— İsmin ne bakayım senin?
— Bilal. Sizin?
— Ömer. Memnun oldum ufaklık.
— Ben de memnun oldum efendim.
— Kaç yaşındasın bakayım sen?
— On.
Yaşımı söyler söylemez, “O, benim en yakın arkadaşlarımdan biridir, o da on yaşında” diye devam ettim sözüme. Abdullah, kendisine baktığımızı fark edince, oturduğu yerden kalktı, yanımıza geldi ve sohbetimize katıldı.
— Çocuklar, ezan okunuyor, haydi namaza! Eğer vaktiniz varsa namazdan sonra sizinle biraz daha sohbet etmek isterim. Sizi görünce aklıma torunlarım geldi. Hey gidi dünya… Ayrı düştük biricik torunlarımla, onlar Sakarya’da ben İstanbul’da…
Ömer dedeyi çok sevdik. Yüzü gibi sohbeti de çok güzeldi. Tespih çekip duamızı yaptıktan sonra Ömer dede, caminin avlusundaki bir banka oturdu. Biz de hemen karşısındaki banka yan yana oturduk. O, konuştu, biz can kulağıyla dikkat dinledik. O’nu dinlerken hiç sıkılmadık. Hatta çok keyif aldık. Yoksa hiç erteler miydik yeni aldığımız oyuncak arabalarımızla yapacağımız yarışı?
Yarım saat kadar oturduk orada. Eve döndüğümde, annemin o endişeli halini görünce, anladım hatamı. O’ndan, izinsiz gittiğim için özür diledim.
Annemin endişe ve öfkesi, yerini güler yüze bıraktı. Bundan yüz bularak ona, Ömer dedeyi ve bize anlattığı Eyyüb (a.s) kıssasını anlattım. Kardeşim girdi söze:
— Abi, deminden beri yazdığım hikâyenin kahramanlarına isim düşünüyordum. Öğretmenimiz, “Herkes yarına bir hikâye yazıp gelsin.” dedi. Hikâye yazdım, hem de iki sayfa ama başkahramana hâlâ isim bulamadım. Başkahramanın adı Eyüp olsun mu?
Meraklı gözlerle bana bakan kardeşime şöyle cevap verdim: Eğer kahramanın iyi, dürüst ve sabırlı biri ise neden olmasın?
Kardeşim, “Yuphiii” dedi, gür bir sesle. O’nun sesini duyan ablam odaya girdi. Telaşla sordu:
— Ben hangi güzel olayı kaçırdım acaba, neler oluyor burada?
Ablamın, bu şaşkın ve meraklı halini görünce üçümüz de güldük. O sırada, kapı zili çaldı. Koştum kapıya. Gelen Abdullah’tı. Elinde de kocaman kumandalı arabası vardı.