Masmavi bir gölün kıyısında yüksek kayalıklar. Havada dönen kartallar… Kayaların içine oyulmuş görkemli bir saray varmış. Sarayda bir bey ile eşi yaşarmış. Bu saray öylesine dik, öylesine sarp bir yerdeymiş ki, el yetmez, güç çatmaz. Kartallar sarayı korur, beyin hayvan sürüleri derin vadileri doldurur, at yılkıları dağdan dağa kanat açarmış, gökteki kuşlara, göldeki balıklara hükmü yeter, gemileri kıtalar aşarmış…
Gelgelelim bu bey ile eşinin bir derdi varmış: Bütün beylik topraklarında çocuklar doğar ama iki yaşına gelmeden çoğu yaşamını yitirirmiş. Aileler yas içinde kalırmış. Bey ile eşi kendi çocuklarını da kurtaramaz onlar da kısa sürede ölürmüş… Saraya bir vay, bir haray girermiş ki; duyanın yüreği yanarmış. Bey ile eşinin başvurmadıkları hekim, gitmedikleri derviş kalmamış, ama faydasız…
Bir gün dünyanın en bilgesi, ak saçlı, ak giysiler içinde Korkut Ata derler, bir dede çıkagelmiş. Beyin bol sofrasına konuk olmuş. Yemiş içmişler, hoş sohbetten sonra:
“Ben sizin derdinizi öğrendim, bir yardımım olabilir mi diye geldim,” demiş. Bey ile eşi sevinmiş. İkisi de Korkut Ata’nın dizinin dibine çökmüşler:
“Sen hoş geldin, baş göz üste geldin dede. Aman bu çocuk ölümlerine bir çare.”
Korkut Ata, binbir çiçekten derleyip, minicik bir şişeye süzdüğü bal renginde bir şerbet çıkarmış: “Bunun nasıl yapıldığını benden başka bilen yok ,” demiş, şişeyi beyin eşine uzatmış.
“Alın ve bunu için. Sonra hep birlikte Keloğlan ziyaretine gidin, yedi obanın yoksuluna
yemek verin, şerbet içirin. Bir yavrumuz doğsun, yedi yaşına gelsin, gelip burada kurban vereceğiz, herkesle yemek yiyeceğiz’ deyin. Dönüp evinize gelin…”
“Diline sağlık Korkut Ata. Buyruğun başımız üstüne,” demişler.
“Yalnız sizden bir de ricam olacak.”
İkisi de kulak kesilmiş.
“Ben gelmeden sakın ona bir ad koymayın. Onu yaşatırsak bütün çocukları kurtarabiliriz.”
“Tamam. Nasıl istersen öyle yapalım,” diye söz vermişler.
“Yeter ki yavrumuz yaşasın, yeter ki topraklarımızda çocuklar koşup oynasın.”
Korkut Ata kalkıp gitmiş. İlk kez bey ile karısının yüzü gülmüş, ‘ahü figan’ etmemişler.
Şerbeti içip ertesi gün yola koyulmuşlar. Varıp Keloğlan ziyaretinde durmuşlar. Yedi kere ziyaretin çevresinde dolanmış, yedi köyün yoksuluna yemek vermiş, şerbet içirmişler.
Yedi mum yakmış, yedi taş parçasını ziyaretin yedi duvarına yapıştırıp dönmüşler. Vakit erişip zaman geçmiş, bir çocukları dünyaya gelmiş. Onu okşamış, sevmiş, ninniler söylemişler. Çevredeki masalcıları toplayıp, çocukla birlikte ortaya oturmuşlar. Masalcılar masal anlatmış:
“Az gittiler, uz gittiler, dere tepe düz gittiler… Vara vara bir çarşıya vardılar. Baktılar ki; çarşıda bir kadın geziyor. Peştemalının dört ucu var, ortası yok. Bir tarafında demirciler demir dövüyor denginen, bir tarafında boyacılar boya boyuyor yetmiş iki renginen… Bir tarafı sazlık samanlık, bir tarafı tozluk dumanlık… Gözlerini oğuşturdular, güzel bir çocuğa rastladılar, hikâyesini şöyle anlattılar:
Çocuk doğar doğmaz konu komşu bey evine gelmiş:
“Adını koyalım?” demişler.
“Susss! İnşallah yaşar,” diye cevap vermiş anası. Çocuğun adı “İnşallah Yaşar” kalmış.
Bir yaşında dili açılmış, üç yaşında tüm bitkilerin, kuşların dilinden anlamış. Çok geçmeden o da konuklara masal anlatmaya başlamış. Saz çalmış, türküler çağırmış.
Herkes parmağını ısırarak: “İnşallah Yaşar!” demiş.
“Nazar değecek” diye bey ile karısının ödü kopuyormuş.
Günler gelip geçmiş, İnşallah Yaşar yedi yaşına erişmiş. Bey ile karısı çocuğu almış, tüm obayı toplayıp, bir şenlikle Keloğlan ziyaretine gitmiş. Ocaklar yakılıp, kazanlar kurulmuş. Yedi koçun yünlerine yol yol kınalar yakılmış. Boynuzlarına rengârenk kurdelalar, çanlar takılmış. Çan sesi yedi köyden, yedi obadan duyulmuş. Oba insanları toplanıp gelmiş, çobanlar koçları dağdan aşağı sürmüş. Koçlar, oynaşa oynaşa inip gelmiş.
Koçun birini yatırınca İnşallah Yaşar koşmuş:
“Kesmeyiiin! Koça kıymayııın!” diye bağırmış. Çobanın birini bir yana birini öte yana itmiş. O anda koç kurtulmuş, can havliyle kaçarken boynuzu İnşallah Yaşar’ın sol gözüne batmış… İnşallah Yaşar’ın dünyası kapkara zindan olmuş… Herkeste bir ah, bir vah, ağlaşma sesleri vadinin yamaçlarına ulaşmış… Koçlar da üzüntüyle İnşallah Yaşar’ın çevresinde toplanmışlar.
Nerde var nerde yok, ak sakallı, ak giysiler içindeki Korkut Ata bulutların arasından süzülüp gelmiş:
“Susun, susun! Yeter artık!” diye herkesi azarlamış.
Sesler kirp kesilmiş, Korkut Ata’ya kulak vermişler.
“Nedir bu feryad-ı figan! Nedir bu çaresizlik! Bir gözü olmasa ne olur insanın? Kıyamet mi kopar? İnşallah yaşar, inşallah akıllı kemâlli olur. İnşallah yaşar, çıplak dağlarımıza nar, derin vadilerimize ayva, dar dünyamıza bilgi yayar…”
Herkesin gözü Korkut Ata’da, herkes saygıyla eğilmiş.
Korkut Ata heybeyi göstermiş: “Bunun içi bin bir çiçekten derlenip, şişelere süzülmüş bal renginde bir şerbetle doludur. Bunu bütün ülkenize dağıtın, çocukları koruyalım,” demiş, gözden yitip gitmiş.
“Hani ad koyacaktı? Neden gitti? Çocuğun adı İnşallah Yaşar mı kalacak?” Herkes bu soruyu soruyormuş.
İnsanların dileği tutmuş, bu çocuk yaşamaya devam etmiş. Korkut Ata’nın şerbeti herkese yayılmış. Zaman hızla gelip geçmiş. Çocuk kayıpları azalmaya başlamış. İnşallah Yaşar ise tüm evreni daha derinden seyretmiş, bin gözün göremeyeceği kadar renk, göremeyeceği kadar
çeşit, bezek, ayrıntı görmüş. Büyüdükçe saz ustası, söz ustası olmuş. Öyle bir söz ustası olmuş ki; anadili, onun dilinde çiçek açmış, gönüllere saçılmış… Anadili, onun dilinde türkü olup dünyaya yayılmış…
Bir gün yine o ak saçlı, Korkut Ata çıkagelmiş:
“Heeey delikanlı, heeey güzel insan! Bu dünya erimli dirimli dünya… Bu dünya gelimli gidimli dünya…Topla şu güzel sözlerini, kitaplara koy. Çocuklara kıymasınlar, onlara iyi baksınlar. Öz adını da kitabın üstüne kendin yaz. Sözlerin gelecek insanlara da kalsın.
Herkes çocuklara iyi baksın…” demiş, heybesinden elmalar çıkarıp vermiş, bir anda gözden yitip gitmiş…
Masmavi bir gölün kıyısında yüksek kayalıklar. Havada dönen kartallar… Kayaların içine oyulmuş görkemli bir saray varmış. Sarayda bir bey ile eşi yaşarmış. Bu saray öylesine dik, öylesine sarp bir yerdeymiş ki, el yetmez, güç çatmaz. Kartallar sarayı korur, beyin hayvan sürüleri derin vadileri doldurur, at yılkıları dağdan dağa kanat açarmış, gökteki kuşlara, göldeki balıklara hükmü yeter, gemileri kıtalar aşarmış…
Gelgelelim bu bey ile eşinin bir derdi varmış: Bütün beylik topraklarında çocuklar doğar ama iki yaşına gelmeden çoğu yaşamını yitirirmiş. Aileler yas içinde kalırmış. Bey ile eşi kendi çocuklarını da kurtaramaz onlar da kısa sürede ölürmüş… Saraya bir vay, bir haray girermiş ki; duyanın yüreği yanarmış. Bey ile eşinin başvurmadıkları hekim, gitmedikleri derviş kalmamış, ama faydasız…
Bir gün dünyanın en bilgesi, ak saçlı, ak giysiler içinde Korkut Ata derler, bir dede çıkagelmiş. Beyin bol sofrasına konuk olmuş. Yemiş içmişler, hoş sohbetten sonra:
“Ben sizin derdinizi öğrendim, bir yardımım olabilir mi diye geldim,” demiş.
Bey ile eşi sevinmiş. İkisi de Korkut Ata’nın dizinin dibine çökmüşler:
“Sen hoş geldin, baş göz üste geldin dede. Aman bu çocuk ölümlerine bir çare.”
Korkut Ata, binbir çiçekten derleyip, minicik bir şişeye süzdüğü bal renginde bir şerbet çıkarmış: “Bunun nasıl yapıldığını benden başka bilen yok ,” demiş, şişeyi beyin eşine uzatmış.
“Alın ve bunu için. Sonra hep birlikte Keloğlan ziyaretine gidin, yedi obanın yoksuluna
yemek verin, şerbet içirin. Bir yavrumuz doğsun, yedi yaşına gelsin, gelip burada kurban vereceğiz, herkesle yemek yiyeceğiz’ deyin. Dönüp evinize gelin…”
“Diline sağlık Korkut Ata. Buyruğun başımız üstüne,” demişler.
“Yalnız sizden bir de ricam olacak.”
İkisi de kulak kesilmiş.
“Ben gelmeden sakın ona bir ad koymayın. Onu yaşatırsak bütün çocukları kurtarabiliriz.”
“Tamam. Nasıl istersen öyle yapalım,” diye söz vermişler.
“Yeter ki yavrumuz yaşasın, yeter ki topraklarımızda çocuklar koşup oynasın.”
Korkut Ata kalkıp gitmiş. İlk kez bey ile karısının yüzü gülmüş, ‘ahü figan’ etmemişler.
Şerbeti içip ertesi gün yola koyulmuşlar. Varıp Keloğlan ziyaretinde durmuşlar. Yedi kere ziyaretin çevresinde dolanmış, yedi köyün yoksuluna yemek vermiş, şerbet içirmişler.
Yedi mum yakmış, yedi taş parçasını ziyaretin yedi duvarına yapıştırıp dönmüşler. Vakit erişip zaman geçmiş, bir çocukları dünyaya gelmiş. Onu okşamış, sevmiş, ninniler söylemişler. Çevredeki masalcıları toplayıp, çocukla birlikte ortaya oturmuşlar. Masalcılar masal anlatmış:
“Az gittiler, uz gittiler, dere tepe düz gittiler… Vara vara bir çarşıya vardılar. Baktılar ki; çarşıda bir kadın geziyor. Peştemalının dört ucu var, ortası yok. Bir tarafında demirciler demir dövüyor denginen, bir tarafında boyacılar boya boyuyor yetmiş iki renginen… Bir tarafı sazlık samanlık, bir tarafı tozluk dumanlık… Gözlerini oğuşturdular, güzel bir çocuğa rastladılar, hikâyesini şöyle anlattılar:
Çocuk doğar doğmaz konu komşu bey evine gelmiş:
“Adını koyalım?” demişler.
“Susss! İnşallah yaşar,” diye cevap vermiş anası. Çocuğun adı “İnşallah Yaşar” kalmış.
Bir yaşında dili açılmış, üç yaşında tüm bitkilerin, kuşların dilinden anlamış. Çok geçmeden o da konuklara masal anlatmaya başlamış. Saz çalmış, türküler çağırmış.
Herkes parmağını ısırarak: “İnşallah Yaşar!” demiş.
“Nazar değecek” diye bey ile karısının ödü kopuyormuş.
Günler gelip geçmiş, İnşallah Yaşar yedi yaşına erişmiş. Bey ile karısı çocuğu almış, tüm obayı toplayıp, bir şenlikle Keloğlan ziyaretine gitmiş. Ocaklar yakılıp, kazanlar kurulmuş. Yedi koçun yünlerine yol yol kınalar yakılmış. Boynuzlarına rengârenk kurdelalar, çanlar takılmış. Çan sesi yedi köyden, yedi obadan duyulmuş. Oba insanları toplanıp gelmiş, çobanlar koçları dağdan aşağı sürmüş. Koçlar, oynaşa oynaşa inip gelmiş.
Koçun birini yatırınca İnşallah Yaşar koşmuş:
“Kesmeyiiin! Koça kıymayııın!” diye bağırmış. Çobanın birini bir yana birini öte yana itmiş. O anda koç kurtulmuş, can havliyle kaçarken boynuzu İnşallah Yaşar’ın sol gözüne batmış… İnşallah Yaşar’ın dünyası kapkara zindan olmuş… Herkeste bir ah, bir vah, ağlaşma sesleri vadinin yamaçlarına ulaşmış… Koçlar da üzüntüyle İnşallah Yaşar’ın çevresinde toplanmışlar.
Nerde var nerde yok, ak sakallı, ak giysiler içindeki Korkut Ata bulutların arasından süzülüp gelmiş:
“Susun, susun! Yeter artık!” diye herkesi azarlamış.
Sesler kirp kesilmiş, Korkut Ata’ya kulak vermişler.
“Nedir bu feryad-ı figan! Nedir bu çaresizlik! Bir gözü olmasa ne olur insanın? Kıyamet mi kopar? İnşallah yaşar, inşallah akıllı kemâlli olur. İnşallah yaşar, çıplak dağlarımıza nar, derin vadilerimize ayva, dar dünyamıza bilgi yayar…”
Herkesin gözü Korkut Ata’da, herkes saygıyla eğilmiş.
Korkut Ata heybeyi göstermiş: “Bunun içi bin bir çiçekten derlenip, şişelere süzülmüş bal renginde bir şerbetle doludur. Bunu bütün ülkenize dağıtın, çocukları koruyalım,” demiş, gözden yitip gitmiş.
“Hani ad koyacaktı? Neden gitti? Çocuğun adı İnşallah Yaşar mı kalacak?” Herkes bu soruyu soruyormuş.
İnsanların dileği tutmuş, bu çocuk yaşamaya devam etmiş. Korkut Ata’nın şerbeti herkese yayılmış. Zaman hızla gelip geçmiş. Çocuk kayıpları azalmaya başlamış. İnşallah Yaşar ise tüm evreni daha derinden seyretmiş, bin gözün göremeyeceği kadar renk, göremeyeceği kadar
çeşit, bezek, ayrıntı görmüş. Büyüdükçe saz ustası, söz ustası olmuş. Öyle bir söz ustası olmuş ki; anadili, onun dilinde çiçek açmış, gönüllere saçılmış… Anadili, onun dilinde türkü olup dünyaya yayılmış…
Bir gün yine o ak saçlı, Korkut Ata çıkagelmiş:
“Heeey delikanlı, heeey güzel insan! Bu dünya erimli dirimli dünya… Bu dünya gelimli gidimli dünya…Topla şu güzel sözlerini, kitaplara koy. Çocuklara kıymasınlar, onlara iyi baksınlar. Öz adını da kitabın üstüne kendin yaz. Sözlerin gelecek insanlara da kalsın.
Herkes çocuklara iyi baksın…” demiş, heybesinden elmalar çıkarıp vermiş, bir anda gözden yitip gitmiş…