Bugün benim doğum günüm! Dokuz yıl önce, sanırım başını derde sokacağım için annemin beni doğurup çöpe attığı gün. “Yaşamaz.” diyerek doktorların bile önem vermediği bedenimin kuvöze ilk sokulduğu gün. Damarlarıma ilk serumlarımı yediğim, ağzımda ilk oksijen tüpümü hissettiğim gün. Annemden ve babamdan önce hemşireleri, doktorları, hastaneyi tanıdığım gün.
Herkes duysun! Bugün benim doğduğum gün!
Ağzım kulaklarıma varana kadar gülümseyerek, yassı uçlu kalemimi defterimin arasına sıkıştırdım. Doyasıya bir mutluluk her zamanki gibi sarmıştı bedenimi. Mutluydum. Çok mutluydum. Saatin kaç olduğunu önemsemeden yatağıma çıktım ve deli gibi zıplamaya başladım. “Kızlar kalkın! Kalksanıza hadi!” Çevremdeki yataklarda uyuyan oda arkadaşlarım, çıkardığım seslerden dolayı homurdanmaya başladılar. Hepsini uyandırmak istiyordum. Daha çok bağırdım. “Bugün benim doğum günüm!”
“Hayat, yat uyu ya. Ne var bu saatte, ne uyandırıyorsun bizi!” İlk tepki, çaprazımdaki yataktan gelmişti. Melike’nin yüzüne hayretle bakarak, “Ama bugün benim doğum günüm.” dedim. Melike’nin yanındaki Begüm’se “İyi, doğum günün kutlu olsun. Hadi uyu artık.” diyerek başını yastığına gömdü. “Ama ben uyumak istemiyorum!” diyerek zıplamamı sürdürdüm. En sonunda bacağıma çarpan bir yastıkla yatağıma düştüm.
“Hayat yeter! Burası yetimhane, farkında mısın? Hiçbirimizin annesi babası yok, bizi doğurup bıraktılar. Neden bu kadar sevinçlisin?” Düşmemi sağlayan yastığın sahibi Gözde, bacağımdakinin bin katı bir acı saplarken yüreğime, diğer kızlar da destek çıktılar ona. “Kesinlikle öyle. Ayrıca hepimizi geçtik de, sen? Seni çöpe bıraktılar kızım, çöpe! Anla artık. Onlar sana hiç değer vermediler.” Acım büyüdü, büyüdü.
“Bence de Hayat, her doğum gününde böyle yapıyorsun.” Acım çok daha büyüdü, yüreğim daraldı.
“Hadi, yatın kızlar. Sen de gözlerini çöpte açtığın günün mutluluğunu sürmeye devam edersin Hayat.”
Yüreğim parçalandı. Gözlerim yaşlandı. Boğazıma bir yumru oturdu. “Ha-hayır.” diye kekeleyebildim fısıltıyla. Daha sonra odadan fırlayıp, merdivenlere koştum. Merdiveni indikten sonra altına çöktüm ve ağladım. “Hayır.” Fısıldadım. “Hayır!” Bağırdım. “Hayır!” Haykırdım.
Beni kimse sevmese de ben kendimi seviyorum, yetmez mi? Biliyordum ki, yetmez. Çöp kovasında başlayan bir yaşamı kimse seçmez değil mi? Biliyordum ki, seçmez. “Ama ben bununla yaşamak zorundayım!” Biliyordum işte, zorundayım. Sırf bu yüzden, herkesi sevmeyi kendime öğütlerken, hiç kimse beni sevmek istemeyecek.” Fısıltıyla konuştum ve hıçkırarak ağladım.
Ben. Belki de dünyanın en bahtsız çocuğu. En kötü geçmişe, en iç burkan maziye sahip olan, ben. Ve belki de, sırf bunları bilerek, hayata her zaman gülümsemeye çalışan, acınası biri.
2 Aralık, 2007. Hiç beklenmeyen, gereksiz bir bebek düştü, acımasız bir kadının karnına. Bebek büyüdü, kadın korktu aldırmaya. Dokuz ay, türlü sıkıntılarla geçti. Sonunda o bahtsız bebek doğdu, annenin ellerine verildi. Kadın, artık anne olan kadın; dünyanın en tuhaf bakışlarıyla baktı “bebeğine”. Yüzünde kas oynamadı. Sonra hazırlandı anne ve babası, hastaneden çıktılar. Bahtı kadar kara, siyah bir poşetin içine konuldu bebek. Bırakıldı bir çöp kovasına, kedilerin yanına. Uysal, kendi halindeki bebek hiç ağlamadı, kimse fark etmedi onu. Akşama doğru karnı acıktı, ağlamaya başladı. Onu fark ettiler, ambulansı aradılar. Ona acıdılar. Bebek hastaneye geldi, onlarca hemşirenin elinde. Tedavi odasına alınırken, dışarıda üzüntüden kahrolan biri yoktu. Kimse yoktu. Doktor, berbat kokan bebeği muayene etti, üşümüştü ve açtı bebek. Durumu kritikti, kendinden büyük makinelerle yaşadı. Güvezde kaldı, serum yedi, iğne oldu. Ve kimsenin ümit vermediği, koskoca bir siyah yaşamın içindeki küçücük bir beyaz nokta olan bebek, hayatına tutundu. Yeni anneleri olan hemşireler ve babaları olan doktorlar, “Hayat” dediler bebeğe, ilk defa gülümsedi bebek. O günden sonra Hayat, yetimhanede yaşadı. En kötü geçmiş ondaydı, hatta en kötü anılar. Ama en çok gülümseyen de o’ydu, “Onun içinde bir hayat gizli” diye bahsederlerdi ondan. Saçma sapan şeylere ağlayan arkadaşlarının en büyük dert ortağı, gözyaşlarını dindiricisi olmuştu o. Evet, o kötü bir geçmişe sahipti. Ama o kötü değildi. Belki de kimsenin fark etmediği, ama o olmazsa hiç kimsenin ne yapacağını bilemeyeceği biriydi. O, insanlara yardım için gönderilen bir melekti.
O, Hayat’tı. “Hayat!”
Merdivenden gelen seslerle, daha çok büzüldüm ve susmaya çalıştım. “Hayat, iyi misin?” Yüzümde hissettiğim elin sahibi Melike olmalıydı. “Kızlar, o burada!” Yukarı seslendi ve diğer kızlar da geldi. Beni, bir anne şefkatiyle sardılar, daha önce hiç böyle sarılmamışlardı.
“Bak bana Hayat, yüzüme bak. Hiç kimse senin hayatını seçmez, çünkü onlar o hayata senin kadar sıkı ve güzel tutunamazlar.” dedi Gözde. “Belki sen kendini değersiz hissediyorsun ama seni seven sadece kendin değil. Seni biz, öğretmenler, hemşireler, doktorlar seviyor. En önemlisi de hayatın seni seviyor.” diye devam etti.
“Ve asla unutma, senin içinde bir hayat var. Ve bu hayat, sen yaşadığın sürece herkesin seni sevmesini sağlayacak.” dedi Begüm. Bir şey söylemeden aileme sarıldım. Sadece sarıldım. Çünkü biliyordum ki, çöp kovasında başlayan bir hayatın yaşaması için bir aile şart.