Eskiden yolda belde karşılaştığım insanlarla söyleşmeyi sevmezdim. Otobüs yolculuklarında yanıma geveze bir hanım düşecek, yol boyunca bana bir şey okutmayacak diye ödüm patlardı. Yolculuklar benim için, okumaya ayrılmış zaman dilimleridir çünkü. Yol kaç saat sürerse sürsün kesintisiz okuyabilirim. Şimdi de uzun yolculuklarda okumamı engelleyecek diye, bütün yolculuğu konuşarak geçirmeyeceğimin sinyalini en başta vermeye çalışırım. Yerime otururken gülümsemeyi, selam vermeyi ihmal etmem ama! Çoğu zaman gençler, konuşkan bir yol arkadaşına rastlamak korkusuyla selamsız sabahsız gelip otururlar yanınızdaki koltuğa. En az yedi – sekiz saat sürecek yolculuk boyunca, az önce kavga etmişsiniz gibi soğuk ve uzak durmak için kendilerini zorlayıp dururlar. Oysa bir gülümseme esirgenmemeli kimseden. Yaşlandıkça böyle düşünür oldum. Huyum değişti. Şimdilerde bir yandan okuma zamanımı harcamaktan kaçınıyorum; ama bir yandan da tanımadığım insanlarla gevezelik etmeye bayılıyorum. Bizim insanımız konuşmaya meraklıdır, sıcaktır; kadınlar da daha bir konuşkandır sanki. İlk kez gördükleri birine bütün sırlarını anlatmaktan bile çekinmezler. Gülümseyerek selam vermeniz bir sohbet başlatmaya yeter de artar bile.
Kısa yolculuklarda ise lafa tutulma tehlikesi daha az. Özellikle son zamanlarda vapur, tren yolculuklarında insanları selam vermeye zorlamayı iş edindim. Belediye otobüslerinde şoföre “Günaydın, iyi günler, teşekkür ederim” gibi şeyler dediğimde şoförün şaşkın bir sevinç yaşadığını görmek mutlu eder beni. İnsanın neyi eksilir ki bir selam vermekle, bir gülümsemekle? Ben gülümseyince karşımdaki de gülümsemek, selam verince selam vermek zorunda kalır ya, bayılırım insanlara zorla selam verdirmeye. Selamınızı almayıp ters ters bakanlar da olur elbet. Onlara aldırmayacaksınız. Olabilir. Ama moral bozmak yok. Bir gülümseyiş insanın ruhsal durumunu tümden değiştirebilir, gününü aydınlatabilir. Gülümsemeleri esirgememeli insanlardan.
Geçenlerde Eminönü – Üsküdar vapurunda iki genç kız geçip karşıma oturduklarında başımla selam verip gülümsedim onlara Türk kadınının değişen dış görünümü hakkında kısa yollu yarenlik ettiğimiz iki kız kardeşten biri, tam inmemize yakın, “Sizde yazar tipi var,” demez mi? Yazara benzetilmemekten gizli gizli gocunurmuşum demek, pek memnun oldum. Emre Kongar, “Sıcak, sevecen, sıradan bir ev hanımıdır sanki karşınızda duran,” diye yazmıştı da mest olmuştu kimileri.
Hoş, ev hanımına benzetemeyenler de oldu. Cihangir’de pazar kurulurdu bir zamanlar. O pazarlardan birinde marul, nane, maydanoz gibi yeşilliklerle birlikte pazı ve karalahana satan bir tezgâhın önünde durmuş, satıcıya karalahananın nasıl pişirileceğini soruyordum. Egeliyim ben. Otlara düşkünüm de karalahana bizim oraların otu değildir ki nerden bileyim! Yanımda, karalahanasını almış, parasını ödemekte olan bey hışımla bana döndü. “Ne biçim ev kadınısın sen!” dedi. “Yemek yapmaz mısın? Her şeyi olur bunun. Sarması olur, yemeği olur, böreği olur. Allah bilir sen börek açmayı da bilmezsin,” Nasıl aşağıladı beni, nasıl aşağıladı. Ama haklı da bir yandan. Börek açmayı bilmem gerçekten. Hazır yufkadan yapılmışa da besbelli börek demez o amca. Neye uğradığımı şaşırmasaydım ve “Haklısınız beyefendi; börek açmayı bilmiyorum; ama kitap yazıyorum ben de.” deseydim “Senin yazdığın kitap da bir şeye benzemez.” derdi o öfkeyle, kesin. Böyle durumlarda gülümseme de işe yaramaz.
Ben bu gülümsemeleri abartmak niyetindeyim. Hiç tanımadığım insanlara, her yerde, her koşulda gülümsemeyi beceremesem de çalıştığım, yaşadığım yerdekilere onları selam vermek zorunda bırakıncaya kadar gülümsemeyi sürdüreceğim, kararlıyım. Somurtmakla ne geçiyor ki elimize.