Fotoğraf: Dagmar Räder
“Geçmiş” denilen anı defteri, kırışmış sayfalarını karıştırmamla bir çift boş bakış gibi anlamsız, ifadesiz bir halle tam karşımdaydı şu an. Geçtiğim her sayfadaki anı, zihnime ağır düşünceleri hediye ederken, sayfalara kazınmış harfler, satırlardan firar ediyormuşçasına kalbime, ruhuma düşüyordu. Karanlık sayfaların gölgesi, ruhuma ayna tutuyordu ve her gün başka bir sayfa eklenen geçmişim, aynı zamanda bir sayfasını da yitiriyordu.
Kat ettiğim sayfalardan çıkan ses, yalnızca kulaklarımı değil, kalbimi de dolduruyordu. Harfler kalbime dökülmeye, karanlık sayfalar da ruhuma ayna tutmaya devam ederken, aradığım sayfa zihnime yerleşti.
Kırışmış sayfaların kulaklarımda oluşturduğu işkence son bulurken, diğerlerinin aksine beyaz olan sayfanın yüreğimde yaşlanan “sevgi” ağacını yeşerttiğini hisseder gibi oldum. İşkence sırası kulaklarımdan sonra şimdi kalbimdeydi.
Harfler, kilit vurulmuş dillerin özgürlüğü olan sayfaların en yakın arkadaşıydı. Dillerine kilit vurmuş insanlarsa, hiç susmayan insanlardan daha fazla konuşurlardı. Onların dilindeki cümleler bir düşünce bulutu halinde hafızalarına taşınır; daha sonraysa satırlara hapsolurdu. Ve düşünceler, cümlelerden çok daha ağırdı. Bu insanlardan biri de şüphesiz bendim. Dış dünyanın sesleri dilime kilit, zihnime düşünce olarak yerleşiyordu. Hislerim, vicdan yoksunu bir adamın acımasızlığı kadar kuvvetliydi. Ve tüm duygularım, hayatımda yaşadığım bir yıkımdan ibaretti; işte bu yüzden aslında bu duygular bana yabancıydı.
Zihnimin içinde açık duran sayfa, en az önümdeki soğuk mermer kadar beyazdı. O beyaz sayfadaki anıları yaşadığım günler, dilimin kilitli, düşüncelerimin ağır olmadığı günlerdi. O sayfada sadece şu cümle vardı: “Bugün annemle oyun oynadık.” Bu cümle, her kelimesiyle zihnimde yankılandı. Yankılar göz pınarlarıma ulaştığındaysa, bu cümleden bana arta kalan şey, bir çift gözyaşı olmuştu. Elim, refleks olarak gözüme gitti ve gözyaşlarımı sildim. Ama elimden kurtulmayı başaranlar çoktan önümdeki toprakla buluşmuştu. Hayır, bu cümledeki ben, ben değildim. Bu cümle, çaresiz bir genç kızın hayatındaki yıkımın öncesinde kalmıştı. Şu anki ben, bu kadar masum olamazdı. Hatta şu anki ben, bu masumluğu bile elinin tersiyle kenara itebilecek türden bir acımasızlığa sahipti.
“Seni özledim anne.” Kalbimden gelen çaresizlik tonu, pürüzlü bir ses olarak döküldü dudaklarımdan. Bu sese ben bile yabancıydım.
“Seni, özledim.” Fısıltıyla kurduğum bu cümle, yıllar öncesinden kabuk bağlamış bir yarayı deşmeye yetmiş, hatta artmıştı bile. Beş yıl önce, kalbime bir ok saplanmıştı ve yıllar sonrasında kabuk bağladığını zannettiğim yara aslında beni bile şaşırtacak derecede tazeydi.
Bugünle birlikte tam beş yıl, on beş yıllık duygularımın sonu olmuştu.
Annemi benden çalan kör bir kurşun, tüm iyi duygularımı yıkıp geçmişti. Ve o büyük yıkımdan bana kalan, nefret, öfke ve acımasızlık duyguları olmuştu. Sessiz gözyaşlarımın içindeki çığlıklar, önümdeki toprağın içinde barınan annemin tercümanıydı sanki. En başta kendime olan kötü duygularım, annemin mezarını gördüğümde yok oluyordu. Hatta belki de, koca bir yıkımdan arta kalan kötü duygular, anneme rastlayınca bir bir dökülüyor; yerini şefkat duygusuna bırakıyordu.
Annemin toprağını yavaşça okşayıp, “Özür dilerim,” dedim sessizce. “Kendimi asla affetmeyeceğim.”
Kötü duygularım, en başta kendimeydi. Çünkü beş yıldır her hafta geldiğim bu mezarın içindeki cesedin katili bendim.
“Hoş geldin,” diyordu annemin yumuşak sesi. “Gel bir şeyler ye.” Beni mutfağa yöneltirken, hayır anlamında başımı sallamıştım. “Yemem. Dışarı çıkmam gerekiyor hemen.” Annem, hayretler içinde yüzüme bakıyordu.
“Kızım, daha yeni geldin! Hadi üstüne değiştir de masaya gel, saat geç oldu zaten.” Annemin ısrarlarına dayanamamıştım.
“Gelmek istemiyorum!” dedim seslice.
“Yok, öyle bir şey!” Benden daha gür çıkan ses, aynı zamanda anne içgüdülerini de taşıyan bir bedenden gelmişti.
“Var!” diyerek anneme üsteledim. “Eğer beni göndermezsen kendime zarar veririm.” Yan masadaki bıçağı elime almıştım. Annemse, çok yaygın takındığım bu asi tavrıma büyük bir sabırla yaklaştı.
“O bıçağı bırak kızım, bir yerine bir şey olacak!” Elimden bıçağı çekip almaya çalışırken, ben de onu üstelemiştim. Bıçak ikimizin arasında dönüp dururken, annemin karnında hareketine son buldu.
“Kendimi asla affetmeyeceğim!” diye bağırdım, annemin katili olduğum günü hatırlayınca. Sinirden saçımı çektim, tırnaklarımı avcuma bastırdım.
Biraz daha o mezarda durup, annemin yanından ayrıldım. Belki her hafta onu gelip görmek yüzsüzlüktü, belki de aptallık. Ama o gün yaptığım hata, sonucu ağır bir yıkım yaratmıştı içimde. Bir ömrüm, bu pişmanlıkla geçecekti. O sert tavrımı takınıp, kötü duygularımı kucakladım ve ağır adımlarla orayı tek ettim.