17 Kasım, 1987.
Yılların, üzerini beyaz bir çarşafla örttüğü o kutu kadar evin az eşyalı, klasik salonu. Gözü dönmüş bir adam, ona karşı koymaya çalışan bir kadın… Peki ya içerideki loş ışığın yandığı, o soğuk mermerlerin üstündeki küçük çocuk?
O mu? O, içerideki bağrışmaların kuvvetinden korkmuş, az sonra olacakları biliyor gibi kulaklarını tıkayan küçük bir oğlan çocuğu.
“Yeter be! Bıktım senden, Allah’ın cezası!”
“Asıl ben senden bıktım be, her gün aynı tantana!”
“Her gün aynı tantana öyle mi! O zaman defol git evimden, o yüzünü görmeyeyim bir daha!”
“Evin de, kocalığın da batsın be, yeter artık!”
Son cümlelerin de kurulduğu diyalog, küçük çocuğun kaşlarını çatmasına sebep oldu. Bu olaya çok kez şahit olmuştu o, ama hiçbir zaman ‘gitmek’ ile ilgili sözler sarf edilmemişti. Gözlerinden akan son yaşları da sildiğinde, saçı başı dağılmış annesinin, büyük bir hiddetle odasına gittiğini gördü aralık kapıdan. Biraz daha çattı kaşlarını, kulak kabarttı içeriden gelen takırtılara… Kaba ve sertçe olan sesler, küçük çocuğu ürküttü. Bir an sonra annesi, kapıyı çarparak bulunduğu odaya girdi ve gözleri, küçük oğlunu aradı. Islak gözlerin içindeki masum ifadeyi bulduğunda bakışları, bir dakika kadar bir süreyle baktı ona. Daha sonraysa zaten birkaç parça olan giysilerini elindeki valize tıktı ve oğlunun elini tutup çıkışa yöneldi. Babası, “Oğlumu götüremezsin!” diye gürledi annesine, kalbi tekledi küçük çocuğun. Annesiyse kararını vermişti çoktan; küçük çocuğu kucağına alıp koşmaya başladı. İstanbul’un tenha sokakları, kaybolan anne ve çocuğun son izlerini de silip atarken rüzgârdan, onlara yetişmeye çalışan baba da soluk soluğa kalmış, etrafı izliyordu. “Depozito ücreti ne kadar, beyim?”
“Depozito mu?” dedim gülerek. “Şuncacık ailesiniz, ne depozitosu Allah aşkına?”
Kırışık suratında oluşan tebessüm, gözlerindeki minnettarlığı simgeliyordu adeta. O sırada gözüme ilişen, yaşlı kadının yanındaki çocuk kaşlarını çatmış, garipçe inceliyordu beni. Gözlerindeki ifade, geçmişteki anılarımı tazeledi ve uzun uzun baktım ona, aynı annemin bana baktığı gibi. Tüm bedeni, ihtimal masumiyetinden saydamlaşmış, kafasındaki soru işaretlerini görebiliyordum.
“Burana ne oldu?” Eliyle gösterdiği çene kemiğimin yanındaki morluk, kaşlarımı çatmama sebep oldu. “Küçük bir kaza.” dedim geçiştirebilme umuduyla. Yüzümdeki hoşnutsuzluğu fark eden yaşlı kadın, “Alp…” diye uyardı küçük oğlunu.
“Affedersiniz, beyim. Meraklı çocuk işte.” dedi, Alp’in yanağını okşayarak. “Sorun değil.” dedim gülümseyerek.
“Torununuz mu?” Onaylarcasına başını salladı.
“Evet.”
“Annesiyle babası nerede peki?” Haddimi aşmama umuduyla sorduğum bu soru, yaşlı kadının yüzünde buruk bir ifadeye yol açtı.
“Kavga ederlerdi çok, rahmetliler.” Aldığım cevap, boğazımda bir yumru oluştururken, “Kusuruma bakmayın.” dedim gülümsemeye çalışarak.
“Üzdüysem özür dilerim.” Hayır, anlamında başını salladı. Artık anahtarı onlara teslim etme vakti gelmişti. Yıllarımı biriktirdiğim evime baktım, bir kasım günü yıkılan evime. Babamın, kendini bu evde asarak intihar ettiğini öğrendiğim gazete sayfaları belirdi zihnimde. Sonra annemle kaçarken yaşadığımız kaza, çene kemiğimin yanındaki morluk…
“Al bakalım, Alp.” dedim anahtarı uzattığım küçük çocuğa. Yere çöküp gülümseyerek, “Bu evde bir sürü güzel anım vardı benim, ta ki bu morluğun oluştuğu güne kadar… Sen de devam ettir o güzel anıları, yarım kalmasın, tamam mı?” Tebessüm ederek başını salladığında kafasını okşadım ve anahtarı verdim Alp’e. Kalkıp yaşlı kadının elini öptüm ve “Ben de anneannemle yaşıyorum. Beklerim bir gün.” dedim gülerek. “Seve seve, Emre Bey evladım.” diyerek başını eğdi ve ayrıldı yanımdan. Ben de elimi ceketimin cebine atarak arabama bindim ve son bir bakış atarak uzaklaştım oradan.
“Pas tutan yürekler, kirli geçmişlerin eseridir.” derdi anneannem. ‘Ama senin yüreğine de işlememiş geçmişin.’ Belki özümü aldığım hayat notunu öğütlerken bana, ben sadece kafamı sallamakla yetinmiştim, eskiden. Şimdiyse tükettiğim yaşlar, olgunluk duygusuyla daha yeni yeni anlam kazandırsa da o cümlelere, hiçbir şey için geç olmadığını hisseder gibiyim. Ki daha az önce geçmişimi devrettiğim o küçük aile, ilk umudumu yeşertiyor, hayat özümün topraklarında… Geçmişimde değiştiremediğim her şeyi geleceğimde yenilemek istiyorum, pas tutmayan yüreğimin atacağı son güne kadar. Umarım yapabilirim bunu, geçmişimin bir parçasını taşıyan yüzümdeki morluk ile… Umarım, başarabilirim…