MENÜ ☰
Çocuk ve Genç » Hikaye, Manşet » Burada Bülbül Ağlamış / Necati GÜNGÖR
Burada Bülbül Ağlamış / Necati GÜNGÖR


Yaz gelince, annem, bahçedeki yaşlı dut ağacının dalına salıncak kurardı. İlkyazla birlikte ağaç canlanır, yaprakları açılıp büyürdü. Yeşil yapraklar arasında beliren küçücük dutların olgunlaşması için bir iki ay daha beklemek gerekirdi. Gür yapraklarıyla dut ağacının çevresi gölgelik olur, annem de sandalyesini, minderini, o ağacın altına taşır, ben salıncakta sallanırken o da elindeki işini yapardı. Arada bir, yapraklar arasında büyüyen dutları inceler, ne zaman olgunlaşacaklarını anlamaya çalışırdı. Bazen bir yaprak koparır daldan, bana verirdi. “Bak” derdi. “Bu sabah, burada bülbül ağlamış!” Heyecanla koşup alırdım annemin elinden o yaprağı! Çocukça bir merakla, gözyaşı döken bülbülü görmek için can atardım. Damarlı yeşil yaprak üzerinde birbirine yapışık petek gözlerini andıran damlacıklara bakar, bakardım. Damlacığın içinde, ağlayan bülbülü görecekmişim gibi. 

Bir gün dikenli çalıların arasından bir kuşun hızla çıkıp uçtuğunu fark ettim. Çalılıktan çıkmasıyla uçup gitmesi bir olmuştu. Yine de rengârenk tüyleriyle, o güne dek gördüğüm kuşların hiçbirine benzemediğini anlamakta gecikmedim. Küçük, avucumun içine sığacak kadar küçük bir şeydi. Ama parlak ve renkli tüyleriyle bir alev topuydu sanki! Birden onu yakalama, avuçlarıma alma, tüylerini sevme isteğiyle yanıp tutuşmaya başladım. Benim olmalıydı o masal kuşu! Belki de, annemin bülbül dediği kuştu bu. Ah, evet, o kuştu; gün ağarırken gelip de dut yaprağına göz yaşlarını döken… Sık böğürtlen dallarının birbirine sarılarak set oluşturduğu yere iyice yaklaştım. Çalılığın içlerini araştırmaya koyuldum. Dikenlere takılma, dereye yuvarlanma olasılığı umurumda bile değildi. O an tek istediğim, o büyülü kuşu ele geçirmekti.

Çalılığın içindeki yuvanın yerini belirlersem, oturur, onun yuvaya dönmesini beklerdim. Gelince de, nasıl olsa yakalamanın bir yolunu bulurdum. Çok geçmeden, kurumuş dikenli dalların rengindeki kuş yuvasının yerini keşfettim! Çünkü bir yarımküreyi andıran, saman çöpleriyle, ot saplarıyla örülü yuvanın içinde iki tane kuş yavrusu vardı. Yavrucuklar hiç durmaksızın cikcik sesler çıkarıyor, yerlerini belli ediyorlardı. O, el ayak değmeyen, küçük uçurumun başındaki dikenli dalların arasını güvenli bulmuş olmalı ki, gelip oraya yuva kurmuştu kuşcağız. Gürültülü ayak seslerimi işiten yavrucuklar kuşkusuz korku içinde çığlık atıyor, annelerini yardıma çağırıyorlardı. Ama ben bu yardım çığlıklarını, kuş cıvıltısı sanıyordum; ne kötü! Yuvanın içindeki minik bedenleri henüz tüylenmişti. Havaya dikilen başları minicik, tırnak ucu kadar gagaları sapsarıydı. Hiç durmadan ötüyorlardı. Neredeyse göz göze bakışıyorduk yavrucuklarla. Ben onlara yaklaştıkça cikcik sesleri daha da artıyordu. Önce dikenli dallar arasından kolumu uzattım yuvaya doğru. Bir karış daha ötede kalıyordu. Yavrucuklar can korkusu içinde hem bağırıyor, hem de birbirlerine sokuluyorlardı.

Bu arada anne kuş da ortaya çıktı. Belki yavrularının sesini işitmiş, ölümü göze alıp onların yardımına koşmuştu. Belki de minik kuşların sarı ağızlarından içeri atacağı bir böcek, bir sinek bulup getirmişti. Yavrularının tehlike altında olduğunu görünce, büyük bir telaşa kapılmış, tehlikeyi, yani beni oradan uzaklaştırmak için başımın üzerinden hızla geçiyor, beni gagalayarak korkutmaya çabalıyordu. Arada bir yakınlarda bir dala konup soluklanıyor, oradan beni gözetliyordu. Ben yuvadaki yavrulara doğru kolumu uzatınca yine büyük bir korkuyla başımın üstünde hızlı turlar atıyordu. Bir yandan da çığlık gibi sesler çıkarıyordu anne kuş. Anne kuşu ele geçirmeye çalışmaktansa, yuvada hazır bekleyen yavruları ele geçirir, onları besler, büyütürüm diye düşünmeye başlamıştım. Aptalca bir düşünceydi işte. Bir yavruyu annesiz büyütmek mümkün müydü? Bunu düşünemiyordum.

Çalılığa iyice yaklaşıp bedenimle biraz ittim. Dikenli dalların arasına girip çıkan ellerim çizilmiş, yol yol kanıyordu ama buna da aldırmıyordum. Anne kuş daha sık korku çığlıkları atarak başımın üstünde çırpınıyordu şimdi. Benimse tek korkum, çalılığa fazla yüklenip dereye yuvarlanmaktı. Bedenimi fazla eğmeden çalıların arasından yine uzattım; elim yuvaya değdi değecek… Ayağım kaymasın diye olduğum yere, âdeta ayaklarımla tutunmaya çalışıyorum. Omzumu milim milim eğip elimi değdirdim yuvaya, yuva yerinden oynadı. Anne kuşla yavrularının çığlıklarını artık duymuyordum bile. Tuttum, tutuyorum derken yuva birden ters döndü.

Yavrular aşağıya yuvarlandı. Kurşun gibi hızlı bir dalış yaparak yuvarlanan yavrulardan birini kaptı anne kuş, onu hemen karşı kıyıdaki otların üstüne bırakıp öteki yavruyu kurtarmak için harekete geçmişti. Ne yazık ki, göz açıp kapayıncaya dek ikinci yavru dereye yuvarlanmıştı.

Bütün hevesim kursağımda kalmış, içimde şişip büyüyen istek balon gibi sönmüştü. Yavruları ele geçirmeyi başaramadığım gibi onlara kötülük etmiştim. O günden sonra o, tüyleri rengârenk kuşu bir daha bahçenin çevresinde göremedim. Anne kuş suda bata çıka akan yavrusunun ardından giderken, ben de düş kırıklığı içinde, suçlu ve suskun, eve döndüm. Olanları kimseye anlatmadım; içimde, yüreğimin gizli bir köşesinde sakladım. Ama doğrusu, kendime sakladığım bu olayı içimden söküp atmayı da beceremedim. Uzun yıllar yakamı bırakmayan bu kara düşten anneme hiç söz etmedim.

Anladım ki bülbülleri ağlatan insanoğlunun kendisidir. Kuşların yaşadığı yerlere göz diken, onlara yaşam alanı bırakmayan insanoğlu… (Kısaltılmıştır.)

📆 22 Mart 2021 Pazartesi 20:33   ·   💬 0 yorum   ·