Ah, hayat…
Kim yaşayabiliyor ki yaşamak istediği kadar? Kim doyabiliyor bu hayata? Varsın yaşasın istediği kadar; kim yaşasa da istediği gibi yaşayabiliyor?
Ah, zaman…
Ne zaman yetti ki bize zaman? “Bir an önce bitsin.” dedik de saatler geçmedi mi? “Hiç bitmesin.” dedik de göz kırpışımızda bitmedi mi?
Ah, hayaller…
Ne zaman gerçek oldu ki hayaller? Hayal değil de ütopya olarak görülmedi mi hep? Varsın gerçekleştiler, yine umutsuzluğa kapılmadı mı bedenler?
Hayat, hiçbir zaman adil olmadı hiçbirimize.
Sokağın köşesindeki o dilenciyle, onun önünden geçip giden takım elbiseli adam eşit değil.
Gözyaşlarını sabahtan beri dindiremeyen o kadınla kahkahalarla gülen o gençler eşit değil.
Hayat, adil değil.
Hiç ama hiç adil değil.
Biliyor musunuz? Ruhumuzun kirli; ruhumuz açgözlü.
Burnunun ucundaki güzelliklere göz yumup, bir dilenciyle onun önünden geçen takım elbiseli adamın eşitliğine hesap soracak kadar vurdumduymaz ruhumuz.
Elindekilerle yetinmeyi bilen değil, daha fazlasını sorgulamayı bilen olmamız ne üzücü, ne yazık…
Ne ara, nasıl olduk böyle?
Uyan, insanlık. Uyanın insanlar. Çünkü asıl sözler bunlar değil.
Aslında ah, biz.
Ah, ah biz.
Ne zaman doyduk ki hayata, zamana, hayallere… Ne zaman yetti bize? Olmayınca hesap sormasını bildik de, en ufak bir umut ışığına sarılmasını bildik mi hiç?
Uyuyorsunuz, uyuyoruz.
Hadi, aralayalım göz kapaklarımızı.
Çünkü etrafımızda gerçek bir dünya var.