Bir gün abim ile sahilde geziyorduk. Hava biraz bulutluydu. Sahile inişimizden bir saat kadar geçmişti. Hava iyice kapanmıştı. Ve yavaş yavaş yağmur yağmaya başladı. On beş yirmi dakika sonra yağmur hızlandı. Abim ile ben çok ıslanmıştık. Üstümüzde mont yoktu. Evden çok uzaklaşmıştık. Bir ağacın altına girdik. Fakat yağmurdan korunamadık. Rüzgâr, ağaçta biriken damlaları da başımıza indirdi. Sırılsıklam olduk.
Babam iş dönüşü bizi görmüş. Yakınımızda durmuş:
— Yavuz! diye bağırdı. Arkama baktım babam, abime dedim ki:
— Abi, babamı gördüm, bizi çağırıyor, dedim. Arabaya doğru koştuk ve arabanın yanına geldik. Babam:
— Ne yapıyorsunuz, diye sordu.
Abim:
— Geziyorduk, yağmur başladı.
Arabaya bindik, eve gittik. Bu sefer annem sorgulamaya başladı:
— Yavuz neredeydiniz?
— Sahilde dolaştık ağabeyimle.
Annem bir taraftan da elindeki havluyla saçlarımı kurutmaya çalışıyordu. Havluyu bir kenara bıraktı. Odasına gidip saç kurutma makinesini getirdi. Fişe takıp saçlarımı kurutmaya başladı. Ellerinin biriyle makineyi tutuyor, biriyle saçlarımı karıştırıyormuş gibi ovuyordu. Sinirli bir sesle soru sormaya devam etti:
— Yağmurda ne işiniz var sahilde?
— Biz giderken yağmur yoktu. Sonradan yağmaya başladı.
Sesini biraz yumuşattı. Şimdi kızmış gibi değil, üzülmüş gibi soruyordu:
— Nasıl geldiniz eve? Çok ıslanmadınız mı?
— Babam bizi gördü, arabaya bindik ve geldik, dedim.
Benim başım iyice kuruyunca abimin başına tuttu kurutma makinesini. Abim söylenmeye başladı:
— Ya! Anne bırak benim saçlarım zaten kurudu sayılır.
Annem kızmaya başladı yine:
— Kurudu sayılır ne demek? Kuruması lazım. Hastalanacaksın.
— Ben çocuk muyum? Bilmiyor muyum?
— Çocuk olmasan bu havada dışarı çıkılmayacağını bilirdin. Yanındakini de kendine uydurmazdın.
Abimle annemin atışması sürerken annem abimin saçlarını kurutmuştu bile. Sonra odamıza gidip üstümüzü değiştik ve kuru kıyafetlerimizi giydik. Abim bir taraftan giyiniyor, bir taraftan söyleniyordu:
— Bu yaşa geldik hâlâ bebekmişiz gibi davranıyor.
Odadan çıktığımızda burnumuza nefis bir çorba kokusu doldu. Biz üzerimizi değiştirinceye kadar Annem, sofrayı hazırlamıştı. Oturup karnımızı doyurduk.
Anneler ve babalar biz çocuklarını ne kadar çok koruyormuş, o gün bunu bir kez daha fark ettim. Her şeyimiz için telaşlanıyorlar. Bazen sıkılıyoruz. O gün annemin sorularına aslında Abim gibi ben de sıkıldım. Sonra da düşündüm ki babam olmasa çok ıslanacaktık. Annem olmasa, geldiğimizde üşüyecektik. Belki de hastalanacaktık. Bize kızarken bile arkasını dönmeyen bir dost anneler. Biz ona söylenirken o bize çorba ısıtmıştı, sofra kurmuştu. Biz onun yerinde olsak, “Ne hâliniz varsa görün.” diyip otururduk. Ana gibi yar olmazmış zaten. Bir an altına girdiğimiz ağacın dalları geldi gözümün önüne. Sonra Annemin kolları. Ağacın kocaman dalları yağmurdan koruyamamıştı bizi. Fakat Annemin kolları korumuştu. Annem, o çınardan daha ulu bir çınarmış. Onun kolları ağacın dallarından daha koruyucuymuş, daha güçlüymüş.